Salih Hasan Diker
Reklam sektöründe [ajansta/reklamverende/medyada] doğrudan çalışmış bir değildi Hasan. Ama reklamla ilgili bazı işlerde, ancak bir mimarın yapabileceği 'doğru' şeyleri tasarlayıp üreterek katkıda bulunmuş bir arkadaşımızdı. Üstelik, o engin kültürü ve siyasi bilinciyle, reklam kurumunun çarpık yanlarını keskin biçimde eleştirecek yetkinlikte biriydi. Yakınken, uzakken hep dostluğumuz oldu. Birlikte 'reklam' işleri de yapmıştık. Tam yeniden bir şeyler yazışırken, apansız, bizleri amansız bir yoklukta bırakıp gitti Hasan. Kalakaldık.
Ardından pek çok şey yazılıyor, yazılabilir, ama Yiğit Bener'in yazısı çok güzel.
YİĞİT BENER
Bizden biri
13 aralık 2019'Hep bir kahraman arayışı, hep bir kahraman yaratma çabasındayız. Oysa tek tek kahraman olabilsek ne ülkeye yazık olacak ne de ihtiyacımız olan kahramanlara…'
Bir gazetenin köşe yazısında anılmayı hak etmek için ille “kahraman” ya da “büyük insan” olmak mı gerekiyor?
Hasan öyle biri değildi. Kısa boyluydu. Kamuya mal olmamış, yani medyatik olmayan, ünsüz, “sıradan” değilse de sade bir insandı, yani bizlerden biri: Vicdan sahibi bir dünya vatandaşı.
Selma’nın “kahramanı” mıydı bilmem, ama büyük aşkıydı, o kesin! İkisi de 60 yaşını geçmişken kapılmışlardı birbirlerine ve 7 Aralık 2019’da Hasan 73 yaşında yorgun kalbini ona bırakıp gidinceye kadar efsanelere taş çıkaran bir aşk masalı yaşadılar. Yüzlerinde gülücükler açan bir fotoğraflarının altına “iyi ki bulmuşuz birbirimizi bunca yıl sonra” yazmış Selma, “seni bulamasaydım böyle gülemezdim bu yaşta” diye yanıtlamış Hasan.
Hasan’ın diğer tutkusu mesleğiydi. Mimardı ve hep üç boyutlu düşünürdü, tarihi de katarsak dört. İyi işler yaptıysa da öyle çok ünlü eserler -bir Taj Mahal ya da Sultan Ahmet Camii- bırakmadı ardında; ama hiç olmazsa Süzer Plaza, Ataşehir Camii ya da Demirören İstiklal ve benzeri kent cinayetlerinin asla suç ortağı olmadı.
Gelgelelim, gizli tutkusu sanırım gazetecilikti. Onun yaşında, aksakallı bir ihtiyar delikanlıdan beklenmeyecek ölçüde, hatta bazen aşırıya kaçacak derecede sosyal medya müptelasıydı. Onu sanırım en çok elinden hiç düşürmediği cep telefonuna o iri gözlükleriyle odaklanmış mesaj yazarken hatırlayacağım.
Koşullar farklı olsa, sosyal medyada sergilediği hünerlerini bir gazete yöneticisi görse ve ondaki cevheri keşfetse, ona pekâlâ eskiden gazetelerin ilk sayfalarında yer alan, Çetin Altan ya da Şinasi Nahit Berker’in köşelerine benzer dört beş satırlık kısa fıkralar yazdırabilirdi.
Örneğin Facebook sayfasına “BİR DAVA!” başlığıyla yazdıklarının gazete fıkrasından aşağı kalır tarafı var mıydı, siz söyleyin: "Dün Levent'ten taksiye bindim. Şoför sigara içiyor. ‘Sigaranızı söndürün 153 TL ceza yazıyorlarmış,’ dedim. ‘Ben emekli polisim, bana yazmazlar’ dedi. BAŞKA SÖZÜM YOK HAKİM BEY. Yaz kızım, karardır: Sanığa Türk polisinin sigara içmesini engellemekten hapis cezası verilmesine..."
Gerçi, o yazardı yazmasına da… Her yazdığını yayımlayabilirler miydi, o başka mesele.
Neden mi? Çünkü hiç kimseye, hiçbir makama, gruba ya da güç odağına taviz vermeyen bir vicdanı vardı Hasan’ın ve o vicdan onu ne yöne dürtüyorsa, önünü arkasını hesap etmeden en kestirmeden ve en sivri diliyle yazıverirdi aklından, duygularından fışkıranları.
Hep haklı mıydı yazdıklarında? Hep mi aklı başında şeyler paylaşırdı? Kim hep haklı olabilmiş ki? Gelgelelim, yazdıklarında bir hesap ya da çıkar arayışı olmadığından emin olabilirdiniz. Bir vicdan çığlığıydı onun yazdıkları, kendi halinde ama duyarlı bir dünya vatandaşının itirazını dillendiriyordu sadece. Beğenmeyen küçük kızına almasın! Onun zaten Selma’sı vardı.
Neler mi derdi Hasan?
Örneğin son paylaşımlarından birinde, “Hindistan'da 4 tecavüzcüyü öldüren polisleri çılgınca alkışlayan
DEMOKRAT'lara (!) şaşıyorum” deyivermişti. Ya da bekar ve eşcinsel, 41 yaşındaki Luca Trapanese’nin, öz annesi ve sonrasında da 20 aile tarafından reddedilmiş olan down sendromlu bir kız çocuğu olan Alba'yı evlat edindiğini anlatan haberi “Ender de olsa dünyada İNSAN'a rastlanıyor. Ender de olsa YÜREK sahibi kişiler var...” diye selamlamıştı. Doktor cinayeti haberlerinin peş peşe düştüğü bir sırada da “siz hiç veterinerini öldüren bir hayvan duydunuz mu?” sorusuyla kara mizah yapabiliyordu.
DEMOKRAT'lara (!) şaşıyorum” deyivermişti. Ya da bekar ve eşcinsel, 41 yaşındaki Luca Trapanese’nin, öz annesi ve sonrasında da 20 aile tarafından reddedilmiş olan down sendromlu bir kız çocuğu olan Alba'yı evlat edindiğini anlatan haberi “Ender de olsa dünyada İNSAN'a rastlanıyor. Ender de olsa YÜREK sahibi kişiler var...” diye selamlamıştı. Doktor cinayeti haberlerinin peş peşe düştüğü bir sırada da “siz hiç veterinerini öldüren bir hayvan duydunuz mu?” sorusuyla kara mizah yapabiliyordu.
Daha siyasi konulara da girerdi. Kimseye müdanası yoktu; örneğin cevap aradığı bir soru şuydu: “Bir insan yerine kayyum atanan belediye başkanlarını ziyaret ettikten sonra onların yerine atanan kayyumlarla birlikte bir davete katılırsa kendini mi tekzip etmiş olur, kayyumları onaylamış mı olur?”
Selahattin Demirtaş’ın “Ölürsem sorumlusu cezaevine sokanlardır” açıklamasını, “yani dokunulmazlıkların kaldırılmasına ‘anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz’ diyen chpliler...” diye tamamlayabiliyordu, birçok dostunu kızdıracağını bile bile. Ya da aynı Demirtaş’ın “Sağlık sorunu yaşayan binlerce tutuklu varken sağlık nedeni ile tahliyemi talep etmeyeceğim” açıklamasını “Gerçek TEK ADAM. Taklitlerinden sakınınız” diye yorumlayabiliyordu. Devlet Bahçeli, “Şerefimiz kadar varız” dediğinde ise “DEMEK YOKSUN!” cevabını yapıştırıveriyordu.
Savaşa karşı da tavrı çok netti: “Gerçeği anladığınızda çok geç olacak... Her zaman ki gibi... SUSUYORUM... Artık konuşmak gereksiz... Çünkü silahlar konuşuyor ve sesimiz duyulmuyor. Silahlar sustuğunda ve toz duman durulduğunda göreceklerimiz ürkütücü olacak…”
Bunun dışında, birbirinden çok farklı toplumsal konularda kalem oynatıyor, şablonlara uymayan duyarlılığını sergiliyordu. Örneğin “Narmanlı Han'da adı VİYANA CAFE olan güzel bir mekânda bası sonuna kadar açıp disco müziği çalmayı nasıl tanımlarsınız?” sorusunu soruyor, hemen ardından da herkesin eleştirme yarışına girdiği sonradan görme sosyetik düğün konusunda şunları yazıyordu: “Eğri oturup doğru konuşalım, son yıllarda yapılan ABARTILI düğünlerden bu düğünün tek farkı gelin ve nedimelerin tesettürlü olmalarıdır. Tesettürlü düğünler görgüsüz de tesettürsüz olanlar görgülü mü? İmza: BİR ATEİST.”
Siyanürle intihar eden kardeşlerin haberine ya da Aksaray'da velilerin otizmli çocukları yuhalamalarına o da birçoğumuz gibi isyan ediyor ve şöyle tepki veriyordu: “‘Ne mutlu türküm diyene!’ imiş... Bir canın 75 tl ettiği bir ülkenin vatandaşı olmaktan utanıyorum! Bu duruma 17 yılda gelmedik, bu 17 yılı getirdik.”
Ruhunu güzelliklerle beslerdi Hasan. Örneğin klasik müzik tutkunuydu, sık sık sevdiği parçaları paylaşırdı dostlarıyla. Ama geniş bir zevk yelpazesi vardı. Adnan Saygun’dan bir parça paylaştıktan sonra, “iki muhteşem ses” diyerek Arap müziğinin “diva”ları Ümmü Gülsüm ve Fayruz’u da selamlamaktan geri durmuyordu.
Çağımızın en önemli orkestra şeflerinden biri olarak kabul edilen Letonya doğumlu Mariss Jansons’un 76 yaşında kalp hastalığından öldüğü haberi sayfasında paylaştığında, birkaç ay sonra kendisinin de aynı kaderi paylaşacağını bilmiyordu elbette, ama “geçmişte İstanbullu müzikseverlerle de 35. İstanbul Müzik Festivali kapsamında unutulmaz bir konser vermiş” olduğunu hatırlatmayı ihmal etmiyordu.
Fıkra yazarı olabileceğini söylemiştim, ancak pekâlâ başarılı bir foto-röportaj ustası da olabilirdi Hasan. Selma’yla beraber açtıkları Gezdik/gördük/paylaştık başlıklı sayfada, Mardin’den İtalya’nın Matera kasabasına, Safranbolu’dan Fransa’nın ücra bir köşesindeki Borins köyüne ya da İstanbul’un arka sokaklarından (“Başka İstanbul yok, denir ya… O kadar çok ‘başka’ İstanbul var ki...”) Karaburun’un terk edilmiş köylerine gezdikleri gördükleri yerlerden o dört boyutlu mimar bakışıyla çektiği fotoğrafları paylaşıyordu.
Güzelliklerle besleniyordu derken, bir de Selma’sı vardı elbette son on yılına heyecan katan: “11 Eylül 2010... Hayatımın 2. baharının ilk günü... 10. yıla girerken ben hâlâ 11 Eylül 2010 heyecanındayım. 11 eylül 2019. İmza: S. Hasan Diker” diye ifade ediyordu bu aşkını.
Günlük haberleri oluşturan onca kötülüğü, örneğin geçen gün Celal Başlangıç’ın “Kürtlere bir ‘örgütlü kötülük’ hikâyesi! başlıklı yazısında anlattığı türden mutlak kötülük hikâyelerini, her gün öldürülen kadınları, istismar edilen çocukları, hapse atılan muhalifleri, bitmeyen savaşları ya da İnci Hekimoğlu’nun, Melis Alphan’ın, Mehveş Engin’in ve diğer yazarların aktardıkları o tüyler ürpertici olayların analizlerini okudukça kendime her seferinde sorduğum bir soru var: Bu ülke hâlâ nasıl ayakta durabiliyor? Yarın iktidar değişse bile nasıl toparlanacak? Kaç “kahraman” gerekecek bu durumu düzeltmek için?
Hasan son paylaşımlarından birinde benzer bir duyguyla olsa gerek, şöyle yakınmış: “Hep bir kahraman arayışı, hep bir kahraman yaratma çabasındayız”. Ardından Brecht’in Galileo Galilei oyununa değinmiş ve "kahramanları olmayan bir ülkeye çok yazık" diyen öğrencisine Galile’nin, "asıl kahramanlara ihtiyacı olan bir ülkeye çok yazık" yanıtı vermesini anımsatarak şu sonuca varmış: “Tek tek kahraman olabilsek ne ülkeye yazık olacak ne de ihtiyacımız olan kahramanlara…”
Okuyunca hak verdim tabutunu daha yeni sırtladığımız ihtiyar delikanlı dostuma ve şunu düşündüm: Çevremize baktığımızda eminim hepimiz o anonim “kahraman olmayan tek tek kahramanlardan” birçoğunu göreceğiz, kadın erkek, toy kıdemli, Kürt Türk Ermeni, Alevi Sünni Hristiyan Ateist, hetero ya da LGBTİ, solcu ya da değil ama demokrat ve hümanist, sokaklarda iş yerlerinde evlerde ya da hiç olmazsa vicdanlarında kötülüğe direnen birçok Hasan.
Çünkü Hasan da sonuçta bizlerden biriydi, sade bir yurttaş. Olağanüstü işler yapmış, olağanüstü başarıları sıralamış insanüstü bir kahraman değildi kuşkusuz. O sadece içindeki arsız, sevimli, bazen şeytani çocuğu diri tutabilmiş, meraklı, oyuncu, muzip, bazen çenesi düşük ama kimseye bir zararı dokunmayan, vicdan sahibi bir emekçi, iyi bir dost, iyi bir insandı. Bir kahkaha tufanı, sevecen bir afacan olarak geldi, geçti.
Kötüleri ve onların mutlak kötülüklerini yazıp çizdiğimiz, konuştuğumuz kadar biraz da Hasan ve Selma gibi kendi köşesinde “tek tek kahraman olanların” yaşamlarını dillendirmeliyiz belki de… Biraz da onların öykülerini, sergiledikleri duruşu öne çıkarmalıyız ola ki.
Ne de olsa bunca kötülüğe karşın bu ülkeyi ayakta tutanlar o “kahraman olmayan tek tek kahramanlar,”yani bizleriz, hepimiz.
Bugün her yaştan, cinsiyet ve kökenden Hasan’larımız sayesinde hâlâ direnebiliyoruz, yarın ancak onlarla ayağa kalkabileceğiz.
posted by Haluk Mesci at 01:09
0 Comments:
Yorum Gönder
<< Home